Fetih masalları ve gerçekler-18(SON)
Şehrin düşmesinin üzerinden bir gün bile geçmeden Fatih, Bizans’ın en
önemli 2. Adamı Lukas Notaras’a ve ailesine özgürlüklerini verdi. Notaras’ın
hasta karısını yatağında ziyaret etti. Notaras’tan isimlerini saptayarak tüm
Bizans soylularını arayıp buldurdu. Esir alınan soyluların hepsinin
fidyelerini, kendi payına ganimet olarak düşen altınlardan ödeyerek serbest
bıraktırdı.
Fatih daha da ileri giderek şeriatçı ulemanın tepesini attıracak planlarından
küçük bir kısmını Notaras’a çıtlattı ve ona, “şehrin bütün yönetim işlerini
sana vereceğim. Bizans zamanında sahip olduğundan daha büyük bir şerefe ve
konuma sahip olacaksın” dedi.
Burada da durmadı ve kuşatmanın başından beri Katoliklerle kiliselerin
birleşmesi anlaşmasının imzalanmış olmasına ateş püsküren patrik Gennadius’u
Ortodoks kilisesinin baş patriği yaptı. Ona patriklik asasını bizzat kendi
eliyle verdi. Onu patriğin özel giysileri içinde atına bindirdi. Gennadius atın
üzerinde, kendisi ise, atın ipinden tutmuş bir şekilde yürüyerek bir süre ona
eşlik etti.
Fatih’in amacı Müslümanlardan ve Hıristiyanlardan oluşan kozmopolit bir
şehir kurmaktı. Notaras’ı şehrin valisi yapmak, kilit noktalara bazı önemli
Bizanslı bürokratları getirmek istiyordu. Üstelik onlardan Müslüman olmalarını
istemeyi de düşünmüyordu.
Ancak 21 yaşın, çevresini saranlardan kolay etkilenebilir bir yaş olduğunu
da unutmamak gerekiyormuş. Şehrin düşmesinin üzerinden çok geçmedi. Günlerden
bir gün Fatih Okmeydanı’nda büyük bir ziyafet verdi. Bu ziyafet sırasında,
şarapla da hayli esrikleştiği söylenen Fatih, bir haremağasını Lukas Notaras’ın
evine göndererek, Notaras’tan genç ve güzel oğlunu kendisine göndermesini
istedi. Notaras “kendi evladımın alnına kendi elimle leke sürmektense ölmeyi
tercih ederim. Padişahınıza söyleyin. Cellat göndererek kafamızı alsın” diye
cevap verdi ve çocuğunu Fatih’e vermeyi reddetti. Bu cevap üzerine Mehmet
cellat göndererek Notaras’ı, çocuklarını ve Notaras’ın damadı Kantakuzenos’u
saraya getirtti ve hoşlandığı çocuk hariç hepsinin başlarını kestirtti.
Notaras öldürüleceği yere getirildiği zaman, çocuklarının kendisinin
idamını görüp korkmamaları için önce onların öldürülmelerini rica etti.
Çocuklarını öptü, okşadı, onlara korkmamaları için cesaret verdi ve cellada
teslim etti. Çocukları öldürülürken metin bakışlarla baktı. Çocuklarının
kendisinden önce öldürüldüklerine şükrederek Tanrı’ya dua etti ve cellada kendi
başını da uzatarak kararlı bir şekilde ölüme gitti.
Gerek Dukas gerekse Kritovulos’un Notaras’ın ölümüyle ilgili olarak
anlattıkları birbiriyle örtüşüyor. Kritovulos, Notaras’ın, önce çocuklarının
öldürülmesini istemesinin asıl nedeninin, çocukların ölüm korkusuyla dinlerini
değiştirmelerini önlemek için olduğunu tahmin ettiğini de ekliyor.
Ancak Fatih’in bütün bir Notaras ailesini(toplam 9 kişi) cinsel bir nedenle
öldürttüğü pek akla yakın görünmüyor. Gerek Kritovulos, gerek Dirimtekin ve
diğer bazı kaynakların anlatımlarından, şeriatçı ulemanın, Fatih’in, Notaras
gibi Bizans ileri gelenlerini kilit noktalara getirmeyi düşünmesinden dinsel
gerekçelerle çok rahatsız olduğunu, Zaganos hizbinin de Notaras ve
benzerlerinin kilit noktalara gelmesinin kendi konumlarını sarsacağından
kaygılandıklarını ve kıskançlık, kaygı ve öfkeyle, bu ziyafet sırasında
Fatih’i, Notaras ve diğer Bizans ileri gelenleri aleyhine kışkırttıkları,
Fatih’e bunların bir süre rahat durduktan sonra tekrar istiklal davasına
düşeceklerini, düşmanla işbirliği yapıp ecnebi devletlerini Osmanlı aleyhine
harekete geçirmeye çalışacaklarını söyleyerek bütün Bizans ileri gelenlerinin
imha edilmesini tavsiye ettikleri ve 21 yaşındaki Mehmet’i buna ikna ettikleri
anlaşılıyor. Bunu, daha sonraki günlerden bir gün Fatih’in, yanındaki bu
şeriatçı ulemayı “sizin yüzünüzden günahsız insanların kanına girdim” diyerek
kovmasından da anlıyoruz.
Şehrin düşmesinin üzerinden 11 gün geçti. 9 Haziran 1453 cumartesi günü
Girit’in Kandiye limanına 3 gemi girdi. İçinde, kulelerdeki kahramanca
savunmalarından ötürü Fatih tarafından gitmelerine izin verilen şövalyeleri de
taşıyan ve 29 mayıs sabahı Konstantinopol’den yelken açarak kaçmayı başaran bu
3 gemi Girit’e, kendileriyle birlikte Konstantinopol’ün düştüğü haberini
getirdi. Haber adayı dehşete boğdu. Korkunç bir panik, uğultu ve şaşkınlık
yaşandı şehirde. Bir keşiş “bundan daha kötü bir haber ne duyulmuştur, ne de
duyulacaktır” diye konuştu.
Bu arada Venedik gemileri de Ege’de haberi adadan adaya yayarak mekik
dokumaya başladı. Haber yıldırım hızıyla adalarda ve doğu denizlerinin
limanlarında duyuldu ve ulaştığı her yerde, Kıbrıs’ta, Rodos’ta, Korfu’da,
Khios’ta ve ötelerde olağanüstü bir dehşet dalgası yarattı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi Avrupa Anakarasına, şehrin düşmesinden tam
1 ay sonra, 29 haziran 1453 günü sabahı Venedik’te ulaştı. Gemilerden biri
sabah saatlerinde Venedik’in Bacino limanındaki ahşap iskeleye yanaştığında,
insanlar her zamanki gibi balkonlardan ve pencerelerden
sarkmıştı. Şehre her gelen gemi sevinç yaratırdı. Gemi demek şehre çok sayıda mal ve hediyelik eşya gelmesi demekti. Gemi demek kadınları kocalarına ve sevgililerine kavuşması demekti. Gemi demek başka diyarlardan haber demekti.
Ancak bu gemide bir tuhaflık vardı. Fazla kalabalıktı ve bu kalabalığa rağmen çok sessizdi. İçindekiler limandakilere hiç de öyle sevinçli gözlerle bakmıyordu. Geminin kaptanı ve mürettebatı limandaki meraklı kalabalığa Konstantinopol’ün düştüğünü , Türklerin eline geçtiğini söyledi. Bu haber önce bir sessizliğe, sonra büyük bir uğultunun, daha sonra feryatların, ağlamaların ve inlemelerin kopmasına neden oldu. İnsanlar bir babanın ya da bir oğulun ya da kardeşin kaybının verdiği acıyla ağlamaya, göğüslerini yumruklamaya, saçını başını yolmaya başladı. Bazıları kendini balkonlarından aşağı attı. Ozanlar ağıtlar yaktı. Kimileri 1 yıldan uzun süredir Bizans imparatoru Konstantin'in ısrarlı yardım çağrılarına kulaklarını tıkayan devlet yöneticilerine küfretmeyi tercih etti. Prens Byzas’ın “körler ülkesi”nin karşısında kurduğu günden bu yana geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca efsanelere konu olmuş, asırlar boyu gençlerin hayallerini süslemiş olan masal kent, şehirlerin kraliçesi artık yoktu. O artık "barbar müslümanların" eline geçmişti.
Ancak bu gemide bir tuhaflık vardı. Fazla kalabalıktı ve bu kalabalığa rağmen çok sessizdi. İçindekiler limandakilere hiç de öyle sevinçli gözlerle bakmıyordu. Geminin kaptanı ve mürettebatı limandaki meraklı kalabalığa Konstantinopol’ün düştüğünü , Türklerin eline geçtiğini söyledi. Bu haber önce bir sessizliğe, sonra büyük bir uğultunun, daha sonra feryatların, ağlamaların ve inlemelerin kopmasına neden oldu. İnsanlar bir babanın ya da bir oğulun ya da kardeşin kaybının verdiği acıyla ağlamaya, göğüslerini yumruklamaya, saçını başını yolmaya başladı. Bazıları kendini balkonlarından aşağı attı. Ozanlar ağıtlar yaktı. Kimileri 1 yıldan uzun süredir Bizans imparatoru Konstantin'in ısrarlı yardım çağrılarına kulaklarını tıkayan devlet yöneticilerine küfretmeyi tercih etti. Prens Byzas’ın “körler ülkesi”nin karşısında kurduğu günden bu yana geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca efsanelere konu olmuş, asırlar boyu gençlerin hayallerini süslemiş olan masal kent, şehirlerin kraliçesi artık yoktu. O artık "barbar müslümanların" eline geçmişti.
Senato haberi taş kesilmiş bir sessizlikle karşıladı. Oylamalar ertelendi.
Konstantinopolis ve Pera(Galata) kentlerinin korkunç ve içler acısı düşüş
haberi uçan kuryelerle İtalya’nın her tarafına iletildi. Bu bilgi Bologna’ya 4
Temmuz, Cenova’ya 6 Temmuz, Roma’ya 8 Temmuz 1453’te ulaştı. Çoğu insan önce
habere inanmadı. Haber doğrulanınca sokaklar yasa boğuldu.
Konstantinopol’ün Türklerin eline geçtiği haberi Avrupa’da adeta nükleer
bomba gibi patladı. Duyulan dehşet o kadar büyüktü ki bu dehşet, abartılı ve uydurma
haber ve söylentileri de doğurup yaydı. “Konstantinopol’de 6 yaşın üstündeki
herkes öldürülmüştü. Türkler 40.000 kişiyi kör etmişti. Tüm kiliseler
yıkılmıştı ve Türkler şimdi de İtalya’yı almaya hazırlanıyordu vs..vs..” Ne var
ki bu söylentiler uydurma dahi olsa yüzyıllar boyu Türk’ü yarı hayvana benzeten
söylence ve resimlerin de eşliğinde Avrupa’lının bilinçaltında yankılanmaya
devam etti.
Haber Germanya’da kendisine ulaştığında 3. Frederick hıçkırarak ağladı.
Haber Germanya’da kendisine ulaştığında 3. Frederick hıçkırarak ağladı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi, o çağda bir haberin maksimum yayılma
hızını belirleyen şeylerle, son hızla giden bir yelkenlinin ya da dört nala
giden bir atın hızıyla yayılıyordu. İtalya’dan Fransa’ya, İspanya’ya,
Portekiz’e, Sırbistan’a, Macaristan’a, Polonya’ya ve daha ötelere…Danimarka ve
Norveç Kralı, Mehmet’i “denizden yükselen bir canavar” diye niteliyordu.
Konstantinopol’ün öyküsü yıllar ve yıllar boyu sadece saraylarda değil, yol
kavşaklarında, pazar yerlerinde, hanlarda da konuşuldu…konuşuldu. Fransız
besteci Guillaume Dufay Konstantinopol’ün hazin sonu için bir ağıt yazdı.
Şehrin savunmasında yer alıp da kurtulmayı başaranların her birini farklı
bir yazgı belirledi. Grek mültecilerin çoğu yabancı bir ülkede yoksulluk ve
kaybettikleri yurtlarına duydukları hasretle yaşayıp öldüler. Çoğu Girit’te ve
İtalya’da kıt kanaat geçinerek yaşadı. Kral Konstantin’in Palaiologos
sülalesinden gelenler daha sonra muhtemelen başka etnisitelerle evlilikler
yaparak zaman içinde kayboldular. Bir ikisi gerek yoksulluk, gerekse sıla
hasretiyle yıllar sonra İstanbul’a dönüp Mehmet’in merhametine sığındı.
29 Mayıs 1453 günü şehirden kaçmayı başaranlardan Georgios Sphrantzes adlı
bir Grek’le eşi hayatlarını Korfu’da, Georgios’un yaşadığı acıları ve anılarını
yazdığı bir manastırda tamamladılar. Şehrin düşmesinden sonra Georgios’un iki
kızı da ganimet olarak elinden alınmış ve padişaha hediye edilmişti. Oğlu da idam edilmişti. 1455 yılı eylül ayında
günlüğüne şunları yazdı:
“Ben acınası Georgios Sphrantzes. İmparatorluk Gardrobu 1. Lordu. Hiç
doğmamış olmak ya da çocuk yaşta ölmek benim için daha iyi olurdu. Ama öyle
olmadığına göre bırakalım 30 Ağustos 1401 günü doğduğum bilinsin. Güzel kızım
Tamar sultanın hareminde bir bulaşıcı hastalıktan öldü. Vah bana! Bi çare
babasına! Daha 14 yaşındaydı.”
Ne yazık ki Sphrantzes ölmeyi çok istemesine rağmen ölmedi ve 1477 yılına
kadar, yani Greklerin tamamen Osmanlı egemenliğine girdiğini görene kadar
yaşadı.
İmparator Konstantin, sonraki yıllarda Grek ruhunda Bizans’ın yitip gitmiş
görkemine duyulan bir özlem odağı ve Grek popüler kültüründe bir tür Kral
Arthur figürü haline geldi. Kehanete göre şimdi mezarında uyuyan kral bir gün,
eski Bizans komutanlarının zafer girişi yaptığı yaldızlı kapı’dan girecek ve
Türkleri doğuya, Kızıl elma ağacının olduğu yere kadar kovalayıp
Konstantinopol’ü geri alacaktı. Bu tür kehanetleri kendisi de işitmiş olan
Fatih Yaldızlı Kapı’yı ördürüp kapattırdı.
Bugün Bizans ruhunun en fazla yaşatıldığı yerin muhtemelen İmparator
Konstantin’in bir zamanlar Mora despotluğu yaptığı küçük ortaçağ kenti olan
Mistra olduğu söylenir. Her sokak lambasının direğinde bulunan çift başlı
kartal amblemiyle, Dukas’tan bir alıntının yazılı olduğu mermer bir fonun
önünde duran ve elinde kılıcıyla imanı savunurken betimlenen Konstantin
heykeliyle, bu küçük kentin hala da Bizans ruhunun mihrabı olduğunu düşünür
kimileri.
Bizans savunmasının efsane kumandanı Justinyani
Khios’a dönmeyi başardı. Ama fazla yaşamadı. Başpiskopos Leonard’ın ifadesiyle
ya aldığı yaradan ya da hemen hemen herkes tarafından son yenilgiden sorumlu
tutulmakla kaybettiği itibarın acısıyla orada öldü. Şimdi kayıp olan mezar
kitabesinde şunlar yazıyordu:
“Burada Konstantinopolis’in düşmesi ve Doğulu Hıristiyanların son imparatoru ve cesur önder, çok latif Konstantinus’un Türk Hükümdarı Mehmet’in elinde can vermesi sırasında aldığı ölümcül yara nedeniyle 8 ağustos 1453’te ölen büyük adam Ceneviz ve Khios soylusu Giovanni Giustiniani yatar”
“Burada Konstantinopolis’in düşmesi ve Doğulu Hıristiyanların son imparatoru ve cesur önder, çok latif Konstantinus’un Türk Hükümdarı Mehmet’in elinde can vermesi sırasında aldığı ölümcül yara nedeniyle 8 ağustos 1453’te ölen büyük adam Ceneviz ve Khios soylusu Giovanni Giustiniani yatar”
-SON-
Naci Adıgüzel
Fetih masalları ve gerçekler yazı dizisinin
sonu
Hikaye burada bitiyor. Son olarak
şunu belirtmekte yarar var. Ne kadar objektif olmaya çalışırsanız çalışın,
özellikle konu tarihse, yazdıklarınızın belirli bir subjektiviteden
beslenmemesine imkan yok. Çünkü spekülasyonlardan örülü bir patikada
yürüyorsunuz. Yapabileceğiniz en fazla, olan biteni gerçeğe
yaklaştırabilmektir. Sanırım çapraz sorgulamalarla ve farklı kaynakların
ortaklaştığı noktaların bulunmasıyla yazılan bir çok şey gerçekle buluştu.
Diğerlerinin de gerçeğe değdiğini ya da ona yaklaştığını sanıyorum.
Okuyan, ilgi
gösteren herkese sonsuz teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder